20 Ocak 2013 Pazar

Kürk Mantolu Madonna


Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali'nin 1943 yılında yazdığı bir romanıdır.
Romanın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melankolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlenmiştir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır.

Sf.140'dan itibaren kitabın farklı sonlandırılması.

"Nereye çağırırsan gelirim!"
Bu sefer anlamıştım.Ellerine sarılmak,öpmek için atıldım. Maria içeri girmişti tam tren hareket edecekken aniden kapıdan dışarı atladı ve boynuma sarıldı. Anlamıştım gitmek istemediğini.
"Seni çok seviyorum",dedi.
Boynuna sokulmuştum o tatlı kokusunu içime çekiyordum. O kapkara gözleri tatlı kahve bir kıvam almıştı yoğun ama bir o kadar içten. Tren garından çıktık ve onun evine doğru gittik. Yine o apartman katına çıkmıştık. Yapamazdık o da biliyordu. Ama gitmem lazımdı, babamı kaybettiğim gerçeği hala vardı. Onu da yanımda götürmek istiyorum ama uygun zamanda değildik. Düşündüm ve pansiyona gidip eşyalarımın hepsini toparladım oradakilere veda ettim. Maria'nın evine doğru yürüyordum. Onunla konuşmaya başladım durumu izah ettim.
-"Ben orada hayatımı düzene oturttuktan sonra sen de gel",dedim
-"Annem..",dedi ve bir süre durakladı. O bembeyaz teni gerilmişti ve dalmıştı yine uzaklara.
-"O da gelsin." dedim yine bir tepki vermeyince "Onu burada bırakmanı istemem büyük bencillik olur"dedim ve hafifçe utanarak başımı öne eğdim.
Gülümsedi, uzun zamandır yüzünde göremediğim o içten gülümsemeyi tekrar gördüm. İlk gün Atlantik'deki gibi.
Birbirimize adreslerimizi verdikten sonra gara gidip dönüş biletlerimi aldık.
Ve işte o gün gelmişti eşyalarımı toplamıştım aramızda bir burukluk vardı. Birbirimizden ayrılmak istemediğimizi ikimizde birbirimizden gizlemeye çalışıyorduk. 
Bavullarımı alıp evden çıktık gara doğru yürüyorduk.
-"Seni özleyeceğim"dedi
-"Çok azcık bir süre için",dedim
-"Gittiğin anda mektup yaz",dedi
-"Tamam",dedim ve uzun uzun birbirimize sarıldık ve arkamı dönüp trene bindim.
Türkiye'ye geri döndüğümde memleketimin benim için ne kadar anlamsız olduğunu fark ettim. Ertesi gün zeytinliklere çıktım ve zeytinliğin düzenlenmesi için çalışmalara başladım. Burada işler iyi gidiyordu düzenli olarak Maria'dan mektup alıyordum ve maddi durumumu oturttuktan sonra Maria'yı da almak için Berlin'e gitmeye karar verdim. Bunu Maria'ya anlattığımda çok heyecanlandı ve orada beni bekleyen bir sürpriz olduğundan bahsetti.
Ve işte o gün geldi. Hasret bitiyordu. O tren yolculuğu da çabucak geçtikten sonra aylar sonra karşımda tekrar onu o siyah gözleri ve kürk mantosuyla gördüm, hala çok güzeldi. Bir süre gözlerine odaklandıktan sonra gözlerim şişkin karnına gitti, Gebeydi! Baba oluyordum, hayatımda beni anlayan tek insandan neslimizin devamı olarak bir evlat.
Onun evine gittik çok bir değişiklik yoktu evinde. Hala aynı dekorasyon sadece köşedeki küçük patikler gözüme ilişti. Bunu benden bu kadar süre gizlediğine inanamadım. Bir an sinirlerim bozulmuştu. İçeri girdiğimizde onun fenalaştığını fark ettim ve bir anda yere yığıldı. Maria. Kürk mantolu madonnam. Onu hastaneye kaldırdım. Bebek onun için tehlike oluşturuyormuş. Maria'ya bunu çoktan söylediğinden bahsetti doktor. Yoğun bakıma alındı ve doktorun çıktıktan sonra söylediği tek şey oldu
-"Bebek yaşıyor ama..." sözün devamını getirememişti ama ben anlamıştım. Bir anda gözümden yaşlar boşaldı. Hayatımda beni anlayan tek insan beni bir çocuk uğruna terk etmişti. Çocuğumuz uğruna. Hayat ondan sonra hiç eskisi gibi olmayacaktı. Artık yoktu hayatımın anlamını değiştiren kadın, ruhumu bulmama yardımcı olan kadın. Kürk Mantolu Madonnam artık yoktu. Kürk mantosuna sarılıp ağladım ve bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Sarhoşluktan (Sait Faik Öykü Derlemeleri)



Sait Faik Abasıyanık Türk öykü ve romanyazarı, şair. Türk hikâyeciliğinin önde gelen yazarlarından sayılan Abasıyanık, çağdaş hikâyeciliğe yaptığı katkılarla Türk edebiyatında bir dönüm noktası sayılır.
Modern Türk hikâyeciliğinin öncülerinden olan Sait Faik, getirdiği yeniliklerle "kökü kendisinde olan" bir yazar olarak kabul edilir.Klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlattı. Bunu yaparken diğer çoğu Cumhuriyet sonrası sanatçısı gibi Batı'daki gelişmelere bağlı kalmadı, hiçbir edebî anlayışın etkisinde hareket etmedi ve belli bir tarzın takipçisi olmadı.

Ve aşağıda da Sait Faik'in Sarhoşluktan öyküsüyle ilgili çalışmam;
Başka bir karakterin ağzından aynı mekanda başka bir öykü;

Arkadaşlardan ayrılmışım sokaklarda boş boş dolaşıyorum.Cebimde ağzına kadar olan misketlerle oyunuyorum. Misketleri çok severim. Bir anda arkamdan ayak sesleri gelmeye başlıyor. Hoppala bu ne böyle gece gece hiç mi yalnız kalamayacağız ? Arkamdan aramızdaki mesafeyi değiştirmeden ilerliyor,hissediyorum orada. Hiç istifimi bozmadan ilerliyorum,arkamı dönüp bakamam ya. Bir süre böyle ilerledikten sonra kesildi ayak sesleri. Rahatladım biraz ve kendimi gecenin sessiz kollarına bıraktım. Rüzgara bakın, esen rüzgara bakın azizim ne kadar rahatlatıcı. Kafam sanki daha bir normale döndü, açık havadan olsa gerek. Hayal alemimde gezinmeye başladım bir sağa bir sola koşuşturuyorum yine bir kahve lazım bana da iyice ayılalım. Arkamdakinin ayak sesleri yeniden gelmeye başlıyor ama daha uzaktan. Durdu, ben de durdum. Yürümeye başladı, ben de yürüdüm.Daha da yaklaştı yanıma ve
-Sen kimsin be? diyor.
-Ben mi? diyorum.
-Evet sen! diyor.
Bu komik tipli hafif kaçık adama karşı kendimi gülümsemekten alıkoyamıyorum.Suratım bir buruşuyor.Eğlenmek geliyor içimden malumunuz kanım kaynıyor.
-Azizim,ben diyorum ben senin sevdiğin kızın sevgilisiyim diyorum.
-Ol! Beni ne diye takip ediyorsun?
-Ben seni takip etmiyorum sen beni takip ediyorsun diyorum.
Dediğimin doğruluğunun farkına varıyor bir durulma anı yaşıyor. O sırada onu daha fazla inceliyorum üzerindeki klasik paltosu ve kafasındaki şapkasıyla pek de farklı değil ama küçük çekik gözlerinde ve devamlı gülümseyen suratında farklı bir şeyler var da haydi hayırlısı.
-Azizim,bana bak! diye başlıyorum söylenmeye.
-Pöff, diyor,leş gibi kokuyorsun be! diyor.
Onun da çiçekler gibi koktuğu söylenemez de neyse. Bir anda silkinip yakamı kurtarıyorum elinden. Daha da sinirini bozmak istediğimden elimin tersiyle yakamı süpürüyorum. İyice deliriyor. Arkamı dönüp gidiyorum o olduğu yerde kalmaya devam ediyor. Eğiliyor bir taş almak için ve koşarak karanlığa karışıyorum ben de...


Okuduğunuz için teşekkürler :)

Küçük Prens

  



Antoine de Saint-Exupéry'ninkaleme aldığı ve kendi suluboya resimlerle renklendirdiği, ilk bakışta çocuk kitabı olarak adlandırılan aslında bütün yaş gruplarına hitap eden derin anlamlı bir kitaptır Küçük Prens. Yetişkinlerin aptallıklarını,egolarını ve hatalarını, büyüdükçe kaybettikleri olaylara karşı basit çocukbakışını anlatır.



Okuduğum okulda bu kitabın yazıldığı orjinal dilde- Fransızca- bir drama sergilendi Fransızca Gecesinde. Emeği geçen herkesi tebrik ediyorum çok başarılıydı ve şimdi o geceden bir kaç şey paylaşacağım.12. sınıf Fransızca öğrencilerinin gerçekleştirdiği bu gösteri gerek Fransızcaları gerek oyunculukları olsun takdire şayandı.


Pilot ve Küçük Prens


Küçük prens
Pilot'un uçağı




Karakter Analizi :

Yazar (Pilot): Uçağını tamir etmeye çalışırken Küçük Prens ile tanışıp dost olmuş ve içindeki çocuğu tekrardan bulmuş kişidir.

Kral : Yalnız başına yaşadığı küçük gezegeninde kendini otorite bellemiş, giydiği kıyafetin küçücük gezegenini kaplayan ve küçük prens tarafından aptal olarak nitelendirilen kişi.

Küçük Prens : Saflığı temsil eden bir karakter. Maddi değerlerden çok arkadaşlığın önemli olduğuna değinen küçük bir çocuk. Gezegeninde çok değer verdiği çiçeğiyle beraber yaşıyor.

Palyaço: İlgi meraklısı, her yaptığıyla takdir edilmek alkışlanmak isteyen kişi.

Kendini Beğenmiş Adam : Adında da görüldüğü gibi Küçük prensin gezegenlerin birinde tanıştığı kendi beğenmiş bir karakter.

Sarhoş : Alkolikliğinden duyduğu utanç yüzünden içen ve bir kısır-döngü içinde yaşayan kişi.

İş Adamı : En ciddi karakter, çocuk gözünden yapılmış tipik yetişkin betimlemesi, daima meşgul.

Bekçi : Her ışığı açtığında güneş doğar her kapatışında ise güneş batar. Küçük prens için kendinden başka bir şeyle uğraşan ve arkadaş olunabilecek tek insan olarak görünen kişi.

Coğrafyacı: Yaşadığı gezegeni bile bilmeyen kaşifleri bekleyip onlardan anılarını alıp atlasını tasarlayan kişi.

Demiryolu Makasçısı : Trenlere ve gezen insanlara bakacakları yön konusunda bilgi veren bakış açılarını değiştiren kişi.

Satıcı : İnsanlara zaman kazanmaları için susuzluk giderici haplar satan kişidir.

Türk Astronot: Prensin evi , Astreoid-B 612'yi keşfeden insan. Bu keşifinden ilk bahsettiğinde Türk kostümleri yüzünden insanlar tarafından dikkate alınmamış bir süre sonra Avrupalı kostümleriyle aynı keşfinden bahsettiğinde keşfi kabul edilir. Bu karakter de Irkçılığa deyinmektedir.

Diğer Canlılar:
  • Çiçek: Aşkı temsil eder ,küstahlığı ve yağdırdığı emirlerle sevdiğini,küçük prens'i kaybeder.
  • Yılan: Her türlü bilmeceyi çözer ve Havva-Adem'in aksine Küçük Prensi zehirleyerek cennete gönderir.
  • Tilki: Bilge bir kişilktir, özgürlüğünü küçük prens için feda etmiş evcilleşmiştir.

Okuduğunuz için teşekkürler :)




Puslu Kıtalar Atlası




 “Ulema, cühela ve ehli dubara; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki..." diye başlayan ve ilk bakışta göz korkutan eski dilin ağırlığının ardından Uzun İhsan Efendi'nin büyük düş âlemi bizi içine çekip birden Konstantiniye sokaklarına götürüyor. İlerledikçe düşünme isteği oluşturuyor insanda, düşünme ve anlama. Bittiği anda ise yoksa hepimiz Tanrı diye hitap ettiğimiz normal bir varlığın düşü müyüz sorusu oluşuyor aklımızda. Ve oradan ver elini metafizik ver elini Uzun İhsan Efendi. Dünyayı herkes farklı görmüyor mu? Benim algılarım farklı ve bütün insanların algıları birbirlerinden farklı sonuçta hepimiz kendi düşümüzde olan bir dünya yansımasında yaşıyoruz. Uzun İhsan Efendinin her şeyi bilmesine ne demeli? Kör ve kulakları oyulmuş halde. İşte o da o dünyanın yaratıcısıydı ve içindeki her şeyi en ufak detaya kadar biliyordu o hayal etmişti o tasarlamıştı diğerleri de onun düşünün içinde kendi halindeymiş gibi yaşıyorlardı.

“Ben düşlediğim için dünya var”

"Düşlere dokunmak mümkün olabilir mi? Sana bu yüzden hem çok yakın, hem de çok uzağım"

“Zaten görülen ve görülmeyen bütün düşler,bu karanlığın ta kendisi değil miydi?”

“Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı.”

Uzun İhsan Efendi karakteri ve şizoid kişiliği

İlk önce şizoid kişilik Özellikle çocukluk döneminde  dış dünya ile iyi nesne ilişkileri kuramayıp sevgi ihtiyacından mahrum kalan bireylerde bu durum şizoid kişilik bozukluğunun temel nedenleri arasında yer almaktadır. Büyüyen sevgi açlığının şizoid yutuculuğa dönüşmesinden ve bu nedenle tüm sevgi nesnelerini kaybetmekten korkan şizoidi kendini dış nesne ilişkilerinden çekip içe dönük bir yaşam sürmeyi benliği açısından bir çare olarak benimser.

İhsan Oktay Anar’ın daha bir çok kitabında kullandığı Uzun İhsan Efendi karakterinin ilk kitabı okuduğumuz anda şizoid bir kişilik olduğunu rahatlıkça fark edip bunun üzerine bir çok örnek verebiliriz. Uzun İhsan Efendi karakteri hayattan istediğini alamamış sessiz ve silik bir karakterdir. Maceraya olan özlemi ve Arap İhsan’a olan hayranlığını da bu şizoid kişiliğine bağlayabiliriz. Özellikle kitabın sonlarına doğru (syf: 236) Arap İhsan’a karşı olan hayranlığını ve silik kişiliğini “Büyük Dayın Arap İhsan, o muhteşem külhani, boşluğu ve karanlığı okuyan benim gibi bir korkağın, adım bile atmaya çekindiği gerçek dünyanın haritasını çizen biriydi.Yıllar önce öldü, ama kahkahası hala çınlıyor, düşü zihnimde hala yaşıyor. Onu neden mi düşledim? Belki de senin, biricik oğlumun onu tanımasını istedim o kadar.”Uzun İhsan Efendi bu sözlerinde tekrardan kendi rüyalarında dalıp yarattığı o düş dünyasına gönderme yaptığını görebiliriz. Arap İhsan ise onun hakkında hiç de iyi şeyler düşünmez. Arap İhsan’ın gözünde yeğni korkak, güçsüz ve elinden hiçbir iş gelmeyecek biridir. “Ey kör! Aç gözünü de şu düşlerden uyan.” , “Gün boyu evinde oturan adam Dünyanın kendisini hiç görebilir mi ?” diyerek Uzun İhsan Efendinin uyuyup rüyasında karanlığın içinden gördükleriyle yaptığı atlası onun düş dünyasından ibaret olduğunu belirtip onun şizoid kişiliğine atıfta bulunuyor.

Mehmet GÜNEŞ’in şizoid kişilik ve Uzun İhsan Efendi konulu yazdığı makalesinden yararlanarak yazdığım bu yazıya bir ek olarak onun makalesinden bir alıntı yaptım “Uzun İhsan Efendi’nin içinde saklı kalan; dış dünyanın acımasızlığına karşı yanında hiç kimseyi bulamayan, kendi karanlığında kendi hayallerini yaratan, yarattığı hayallerde yiten suskun, saf, zavallı çocuk ilk kez Aglaya ile kendi varlığını hisseder. Benlik; kendi varlığını hisseden bu çocuğa değer veren birinin olabileceğini/olduğunu anlar. Aglaya Bünyamin’in aklından hiç çıkmaz. Uzun İhsan Efendi‟de Aglaya’nın önemini onu hep düşleyeceğini vurgulayarak belirtir. (Anar, 1995: 237)” demiş Mehmet GÜNEŞ.

Yani Ebrehe’nin Bünyamin’e karşı kullandığı silik bir kişilik olduğunu belirten sözler şizoid kişilik bozukluğu olan bir baba ile büyümüş olmasından kaynaklanmaktadır. Ve Aglaya Bünyamin’in bu silik dünyasından sıyrılıp hayatın, aşkın farkına varmasını sağlamıştır.

Puslu Kıtalar Atlasında dünyayı gezmek desek bile tam olarak baba ve oğlunun elele verip 80 günde devriâlem yaptığı yoktur. Bu kitapta sadece gerçek hayatın dışında uykularında, rüyalarında ve kendi düşlerinde yarattığı bir dünyanın içinde yaşayan bir adamdır Uzun İhsan Efendi. Sadece düşlerinde gezer ülkeleri ve düşlerinde tadar yenilikleri. O yüzden her şeyi bilir çünkü her şey kutu kadar evinin içinde kendi yarattığı kocaman dünyasıdır ve o yaratmıştır o dünyanın tanrısı odur ve kimse ona karışamaz.

Eğer makalenin devamını okumak isterseniz : http://www.ihsanoktayanar.com/resim/mehmetgunes.pdf

17 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Yaz Gecesi Rüyası


Bir Yaz Gecesi Rüyası (Orijinal adı A Midsummer Night's Dream), William Shakespeare'in erken dönem romantik komedya - romanı. İlk basımı 1600 olmakla beraber yazımı ve ilk sahnelenişinin 1594 ya da 1595 yıllarında gerçekleştiği sanılmaktadır. Ana teması aşk ve evliliktir. Karışık ilişkiler üzerinden bu iki kavramın komikliğine vurgu yapmıştır. Olaylar Antik Yunanistan'da bir düğün çevresinde geçmektedir.

"Aşkın en güzel öykülerini okuyorum gözlerinde." - Lysander



Sahnenin yazılan oyuna göre akşam çekilmesi gerekiyordu. Flaşlarımız ve kameralarımızı alıp yunan tapınağına benzediğinden ötürü Greek Temple'da çekime başladık. Parça parça çektiğimiz kısa filmimizde her bir sahne için ne kadar uğraşıldığını ve sahne arkası diye tabir ettiğimiz şeyleri tahmin edemezsiniz. En yakın zamanda o da bloguma eklenecektir. İzlediğiniz için teşekkürler :)

15 Aralık 2012 Cumartesi

Bir Delinin Hatıra Defteri


Gogol'un 1842 yılında kaleme aldığı bu eser günümüzde de bir çok yerde tiyatro oyunu olarak sergilenmektedir. Bu kitapta Bir Delinin Hatıra Defteri dışında bir çok kısa öykü bulunur. Okuması keyifli , birazcık fantastik ve düşündürücü bir kitaptır.
Biz de arkadaşlarımla kitapta bulunan Palto öyküsüne bir kısa film çektik , iyi seyirler.





Görev paylaşımını videonun sonunda bulabilirsiniz. Yardımcı olan herkese teşekkürler.


Kumral Ada Mavi Tuna

KUMRAL 
ADA 
MAVİ 
TUNA...


*İnsanda kumral olma kumral doğma isteği yaratır bu kitap. Her erkek Aras olamaz, her aşık Tuna olamaz, her kadınsa Ada olamaz asla. Ada kumral bakar,kumral kokar.






Asıl Mabel
Asıl MABEL







Kumral Ada- Mavi Tuna Bir erkeğin yaşadığı zamandaki iç savaşı anlatır ama aynı anda küçüklük aşkı olan Ada ile ilgili geçmiş anılarını anlatır. Bir geçmişe bir karakterin yaşadığı ana gideriz yani. Bu kitapta Tuna adlı ana karakter komşuları olan Ada Mercan'la beraber büyümüş ve hayatının daima en önemli parçası olmuştur. Tuna'nın ilk ve tek aşkıdır Ada. Tuna da Ada için onun bir tanecik Mabel'idir. Kesinlikle okumanızı tavsiye edebileceğim güzel bir roman , sürükleyici de. Kitabı okurken bir aşık isteyeceksiniz Tuna gibi ya da Ada gibi kumral olmak... Ada kumral bakar, kumral kokar.



   
Ada'ya ismini veren Kumral Ada şiiri


    Bilmez kimse söylemem
  Pek mahremdir aslında
Kaçışım her kendimden
Bir dönüştür
Buzlu aydınlığıma
Köpekler ulur, itler pusuda
Sisli sokaklarda kalleş cığlıklar
Hem yalnızım hem korkuyorum,lakin erkeklik var
Serde susuyorum

Susuyorum ada
Sen orada
Bildiğini biliyorum ada

Bela tohumlarını taşır elma
Kendi çekirdeğinde
Bundan önce ve bundan böyle
Ne yapsa, ne etse
İnsanın
En büyük düşmanı
Sessizce
Kendi derisinin içinde
Susuyorum ada
Sen orada
Soruyorsun
Ve nerede nerede nerede?



Buket Uzuner röportajlarında  Kumral Ada Mavi Tuna
Muhabir : Masumiyet Müzesi?
Buket Uzuner : Onu sevmedim. Benim tutku anlayışımla hiç uyuşmuyor. Mesela benim Masumiyet Müzsesi'ne tutku anlamında denk bir romanım var: Kumral Ada, Mavi Tuna. Her iki romanda da bir adamın bir kadına tutkusu var. Tuna'nın Ada'ya tutkusu ölümüne duygusal ve gözü kara, feda edici ancak Kemal'in Füsun'a tutkusuysa daha çok fetiş. Kemal'in tutkusunu ifadesi kıt olduğu için eşyalara o denli bağlı zaten...
Muhabir :Özetle biz okurlar, yazarların aşk algılarından yazarın kendisine dair de bir fikir ediniriz.

Buket Uzuner : Mutlaka. O yüzden de kendi takip ettiğimiz, okuduğumuz yazar da bizim kendi aşk kavramımızla, ölüm kavramımızla çok paraleldir. Ve Gustave Flaubert mesela Madame Bovary benim demiştir. Bana Kumral Ada-Mavi Tuna romanı için hâlâ okurlar soruyorlar. Siz Ada mısınız? Ben de şöyle diyorum: Hayır, ben Tuna'yım.


HASAN PULUR'un Milliyet 15.9.2000 tarihli makalesinden bir bölüm...

Buket Uzuner’in “Kumral Ada, Mavi Tuna” romanında geçen bir cümle varmış: “Tanrım dışarıda çok birileri ölüyor” cümlesi… İşte bu cümle çok eleştirilmiş, Hikmet Altınkaynak da, kitabın yeni baskılarında “Bu cümle çıkarılacak mı, kalacak mı?” diye Buket Uzuner’e sormuş… Ve cevabını almış: “Şaka yapıyorsunuz herhalde? Ben o cümleyi kurabilmek için dört güne yakın bir zaman uğraştım. Benim için çok kıymetli bir cümle. Türkçeyi bilerek isteyerek kırdım orada. Elbette, Tanrım dışarıda çok birileri ölüyor, denmez. Yani bunu ilkokula giden küçük bir çocuğa sorduğunuzda o söyler: Dışarıda birileri ölüyor… Tanrım dışarıda çok birileri ölüyor… Müthiş, şiirsel. Ve ben onu bulduğum için de çok sevindim.” 


Altı Çizili Cümleler...

"Ona sarılmak içimdeki fırtınaları durdurmak yerine coşturuyordu.Ona sarılmak yatıştırmıyor , onu kucaklamak gevşetmiyordu. Zafer sarhoşluğuyla ona koşan bir kralı yeni zaferler için hemen yeniden yollara düşürecek bir kraliçe olurdu o. Tahrik eden, baştan çıkaran, bir türlü ele geçirilemeyen, albenisi biraz da bu gizeminde saklı insanlardandı. Onu ele geçirmek yalnızca güç değildi, aynı zamanda insafsızlıktı, çünkü ele geçirilince eriyip kaybolacağı besbelliydi. Kumral Ada bir kadında yatıştırıcı, yumuşak , sakin rüzgarlar arayan erkeklere göre olmadı hiç. Bense ne aradığımda henüz emin olamayacak kadar gençtim."

"Halbuki aşk... aşk imkansızın zaferi olduğunda doruğa ulaşır!"

"Sen hiç kimsenin olamayacağı kadar çok şeyimsin benim… Yüreğimde sana ayrılan yer herkesinkinden büyük. Yalnızca bir arkadaş, bir kan kardeş, bir sırdaş, bir çok yakın dost değil, bir büyük sevgisin sen… Yanında sonsuz şımarabileceğim ve hala kaybetmekten kormayacağım tek kişi… Yani biraz annem, biraz babam, hatta hiç görmediğim dedem, belki hiç doğmayacak oğlum… Sonra daimi hayranım ve tabi dokunulmamış sevgilim… Sen benim masumiyetimsin Tuna… Benim en yakınımsın! Aslında belki öbür yarımsın? Bütün bunlar ne demek anlıyor musun? hı?"

“Gidişi de kendi efsanesine uygundu. Tam kahramanlara özgü biçimde ayrıldı. Yakışıklı, genç ve cesur. Zeki, yetenekli ve başarılı.”

"Tuhaf değil mi, duyguların kıkırdaktan yapıldığını sanırdım ben. Oysa kemiklerimi kırdılar!"
“Aşkın her çeşidi acı verir.”

“Sevdiklerimizi yitireceğimizi hissettiğimizde yüzümüze, gözümüze bulaşan korku, daha önce sessiz kalmamızın ya da beceriksiz davranmış olmamızın intikamını daima alır bizden.”

“Sanmak ve olmak arasındaki uçurumdan hep nefret ettim.”

“Birisini sevmekle gelen o inanılmaz hoşgörünün gücü azaldığında ayrıntılar bile batar insana…”

“Gökler bütün insanların ülkesidir. Yıldızlar.. Onlar hepimizin umudu..”

"Düşlerimde bile kendimim."

"Hep güçlü olmak zorunda kalmamız ne yorucu..."

Ada ve Tuna'nın tanışma sahnesi...

"Onu ilk kez gördüğümde yaşantımda çok önemli bir yer tutacağını sezmiştim. Bu tıpkı,bir filmin daha ilk karesinden bütününü kavramak,sonunu tahmin etmek gibi bir duyguydu. Onu ilk gördüğümde bundan böyle artık benim için çok önemli olacağını sezmiş ve ürkmüştüm. O andan başlayarak yaşantım değişecek,artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.  Bunu nasıl güçlü hissettiğimi ve sarsıldığımı iyi hatırlıyorum.fakat elimden gelen hiçbir şey yoktu."  
eşlik edecek parça --------------------------------------------->



Kitapta Geçenler gerçek hayatla bağlantılar...
  • http://fizy.com/#s/3xa9wm --> sf.367 " ... Madonna'nın "Bir bakire gibi!" diye bağırdığı şarkıya nasıl katlandığım da meçhul."
  • "Ada tutup bir Nirvana kaseti koydu müzik setine."


  • Ada'nın bahsettiği Donisneau fotoğrafı



  • Dorothea Lange'nin "Migrant Mother" adlı fotoğrafı


  • Ve işte meşhur Baylan Pastahanesi ve Kup Griye. Karakterlerimizin gençlik dönemlerinde kah gülüp kah ağladığı meşhur Baylan Pastahanesi ve büyümelerine eşlik eden Kup Griye.


















Karakter Betimlemeleri~

  • Ada'nın annesi Pervin Gökay Aras için hep yerli James Dean derdi ve işte James Dean :










  •  Süreyya Mercan eşi Pervin Gökay ile ilk tanıştığı film de onun "Breakfast at Tifanny's" filmindeki Audrey Hepburn'e benzetmiştir ve işte Audrey Hepburn :



  • İnternetde araştırma yaparken bulduğum bir karakter çizimini sizle paylaşmak istedim soldan sağa doğru Meriç-Tuna-Ada ve Aras






 *Aldığım blog'un linki http://iremselkareler.tumblr.com/post/36512905632/baz-sat-rlar-n-ezbere-bilirim-bilen-birilerin


Bu kitapla ilgili raporum bu kadardır. Okuduğunuz için teşekkürler :)